Sosyal kaygı, başkaları tarafından görüleceği sosyal ortamlarda olma veya sadece yabancı olan insanlarla karşılaştığında yaşanan akıl dışı, sürekli bir korkudur. Sosyal kaygısı olan kişiler genellikle değerlendirilecekleri durumlardan kaçınmaya çalışırlar. DSM-V’e göre; topluluk karşısında konuşmak, toplantı veya sınıfta konuşmak, yeni insanlarla tanışmak, performans sergilemek, ortak tuvaletleri kullanmak, başkaları tarafından görüleceği yerlerde herhangi bir iş yapmak ve otorite figürü olan insanlarla konuşmak en yaygın korkularıdır.
Sosyal kaygısı olan kişilerin birçoğu çok memnun olmadıkları fakat daha az sosyal ilişkilerin olduğu işlerde çalışmayı tercih ederler. Kendini eleştirme eğilimi ve kendine yönelik dikkati, kaygı duyulan durumlarda artmıştır. Bu duruma, titreme, çarpıntı, yüz kızarması, terleme gibi fiziksel belirtiler de eklenir. Düşük benlik saygısı, eleştiriye karşı hassasiyet, toplumsal ilişki becerilerinde düşüklük nedeniyle hayatlarına sınırlamalar koyarlar ve birçok şeyden uzak kalarak yaşamayı tercih ederler. Kendilerini güvende hissettikleri tek yer aileleri yada yakın çevreleridir(Kring ve ark.,2015).
Wallace ve Alden tarafından yapılan bir araştırmada, sosyal kaygısı olan bireylerin sosyal etkileşimleri pozitif olsa da, bu etkileşimleri başarısız olarak değerlendirdikleri, bundan sonraki etkileşimlerinin de başarısız olacağına dair inanca sahip oldukları belirtilmiştir (Wallace ve Alden, 1997). Birçok çalışmada, sosyal kaygı tanılı kişilerde, ruhsal, fiziksel sağlık ve sosyal alanlardaki işlevselliği kapsayacak biçimde bütün alanlarda, yaşam kaliteleri, tanısı olmayan kişilere göre daha düşük bulunmuştur (Gültekin,2008).
Sosyal kaygı veya sosyal fobi, normal bir insan özelliği olarak değerlendirilirken 1970 yılında Marks tarafından klinik bir sendrom olarak tanımlanmıştır ve temelini başkaları tarafından gülünç görünme korkusunun oluşturduğu, başkalarının yanında yeme, içme, konuşma gibi davranışları gerçekleştirmekten, yüz kızarması, titreme, terleme gibi bedensel belirtilerin ortaya çıkıp başkaları tarafından fark edilmesinden korkma olarak tanımlamıştır.
Sosyal kaygının, özgül ve yaygın olmak üzere iki alt tipi vardır. Korkulan ortamların sayısı alt tiplerin oluşmasında önemlidir. Yaygın sosyal kaygı, birçok sosyal ortamda ortaya çıkan korkuyu, kaygıyı (örneğin; konuşmayı başlatmak ve konuşmaya devam etmek, küçük topluluklara dahil olmak, karşı cinsle görüşmek, amirleriyle konuşma, davetlere gitme) tanımlarken; özgül sosyal kaygı, bir ya da birkaç sosyal ortamda ortaya çıkan sınırlı korkuları, kaygıları tanımlamaktadır.
Birçok araştırmada, yaygın sosyal kaygısı olan bireylerin, özgül sosyal kaygısı olan bireylerden sosyal kaygı, depresif belirti, sosyal hayat ve iletişimde işlevsel kayıp ile hayat kalitesinde düşüşü daha fazla yaşadığı sonucuna ulaşılmıştır (Eldoğan, 2012).
Özgül sosyal kaygının travmatik yaşantılarla ilgili olduğu düşünülürken, yaygın sosyal kaygının daha çok çocukluk çağındaki utangaçlıkla ilgili olduğu düşünülmektedir (Stemberg, Turner, Beidel, Calhav, 1995).
Turk ve ark.’larının çalışmalarında; kadınların, sosyal kaygı belirtilerinin erkeklerin belirtilerinden daha şiddetli olduğu belirtilmiştir. Bununla birlikte, kadınlar otorite karşısında konuşmakta, dinleyici kitlesi karşısında performans sergilemekte, gözlenirken çalışmakta daha fazla korku yaşamaktadırlar. Çalışmalardan sosyal kaygının, kadınlarda daha kronik bir seyir gösterdiği, belirti şiddetinin ve işlevsellikteki bozulmanın daha fazla olduğu sonucu çıkarılabilir (Bal ve ark., 2013).
Alan çalışmalarına bakıldığında sosyal kaygı, kadınlarda, erkeklerden daha sık görülür, fakat (% 62,7-%70) klinik çalışmalara bakıldığında sosyal kaygının görülmesi erkeklerde daha yüksektir. Kadınların daha çok sosyal kaygı bildirmelerine karşılık destek alma ve tedavi arayışlarının, erkeklere göre daha düşük olması, bu durumun nedeni olarak belirtilebilir (Dilbaz, 1997).
Sosyal kaygının başlangıcı, çoğunlukla sosyal etkileşimlerin önem kazandığı ergenlik dönemidir, ancak belirtiler erken çocukluk döneminde de görülebilir ve birey tedavi olmazsa kronik olma eğilimindedir (Krıng ve ark., 2015).
Sosyal kaygının nedenleri incelenirken; ailesel faktörler, davranışsal ketlenme, genetik ve nörobiyolojik etmenler üzerinde durulduğu görülmektedir. Sosyal kaygıya sahip anne-babası olan çocuklarda, sosyal kaygı gelişme riskinin arttığını belirtilmiştir (Mancini, Vanamaringen, Szatmari, Fugere, Boyle, 1996). Lieb ve ark. da, ebeveynin çocuk yetiştirme biçimlerinin, çocuklardaki sosyal kaygıyı etkilediğini belirtmişlerdir. Çocuklarına karşı aşırı koruyucu ya da reddedici davranan ebeveynlerin çocuklarında, sosyal kaygı bozukluğu görülme ihtimalinin fazla olduğu belirtilmiştir (Lieb ve ark. 2000). Peleg-Popko ve ark. da yaptıkları araştırmada, birlikte olmaya çok önem verip çocuğun bireysel gelişimini kısıtlayan aşırı koruyucu ailelerde yetişen bireylerin, sosyal kaygılarının daha yüksek olduğunu belirtmişlerdir (Peleg-Popko ve Dar, 2001).
Bilişsel kuram, diğer kaygı bozuklukları gibi sosyal kaygıyı da, işlevsel ve rasyonel olmayan düşünce ve inançlarla açıklamaktadır. Bireylerin, çevrelerindeki uyaranları hatalı yorumlamaları ve yanlış çıkarımlarda bulunmaları sosyal kaygının ortaya çıkmasında önemli rol oynamaktadır. Sosyal kaygısı olan insanlar, diğer insanlar tarafından olumsuz değerlendirildiklerine yönelik bir uyaran aldıklarında, kendilerine yönelirler ve kendilerini detaylı incelemeye başlarlar. Bu durum, yaşadıkları kaygının artmasına ve sosyal ortamlarda performanslarının düşmesine neden olarak korktukları durumu yaşamalarına yol açar.
Yazan: Uzman Psikolog Seyla ÇİÇEKÇİ